Slipknot – .5: The Gray Chapter

0
163

Slipknot’ın adı üstünde 5. stüdyo albümü. Ve yine adı üstünde Gray. Paul Gray için bir anma albümü olması kadar grubun üstünde gezinen gri bulutların da ifadesi gibi.

2008’de çıkarttıkları All Hope Is Gone ile gözümde bir tık daha yükselen Slipknot, tarihindeki en ağır yarayı 2010’da, Paul Gray’in ölümüyle almıştı. Karamsar bir basın toplantısı, yapılan açıklamalar, titreyen sesler… Grubun sonu gelmiş gibi hissettirdiler fakat dünya turuna devam ederek 2011’de Sonisphere bünyesinde İstanbul’a da uğramışlardı. Bundan 2 sene sonra, Aralık 2013’de Joey Jordison gruptan ayrıldığını açıklamış ve Slipknot tam anlamıyla karanlık çağa girmiş gibiydi. Neyse ki grup iki büyük sorununa da çözüm bulmuş ve yeni bir albüm çıkaracağının haberini vermişti. Şimdiki asıl sorun ise yeni bass gitarist ve yeni bir baterist Slipknot’ı Slipknot olmaktan uzaklaştıracak mıydı? Yoksa Slipknot olarak kalmaya devam mı edecekti?

Hazır albüm de çıkmışken ben de bir göz atayım dedim.

Albüm XIX ile başlıyor. Farklı enstrümanların da desteğiyle kısıktan başlayıp yükselerek gelen gergin bir intro, derinden devam eden davullar ve katlanarak artan vokaller derken beklenmedik bir anda tekrar o gerginliğiyle son bulan bir şarkı. Girişte böyle bir şeyle karşılaşmak albümün geri kalanına olan merakı da artırıyor. 

Sarcastrophe, XIX’i kaldığı yerden devam ettirip bir yarım dakika kadar clean gitarla, perküsyonla taşıyor. Tam bu moda alışmışken ziller ve klasik Slipknot tonu kulaklarda patlıyor. Sonlara doğru Sid Wilson’ın devreye girip bir patlama da ben yapayım demesi, bass gitarın rahat biçimde duyuluyor oluşu ve sözler tam anlamıyla Slipknot’ın 6 yıldır biriktirdiklerinin ilk dışa vurumu.

AOV ise perküsyonların ve gitarların daha bir sert hale büründüğü, çok değişkenli bir parça. Uzun ölçüler, aşırı hızlanmalar, sert vokaller, temiz vokaller derken üçüncü dakikada sert bir duraksamayla verilen arada bir tutam gitar ve klavye ile birlikte bass gitara yer ayrılmış. Bu bölüm adeta yeni geleni aileden sayıyor olduklarının kanıtı gibi. Kısa bir nefesten sonra yine ilk yarıdaki tempoya dönüp trampetlerin şiddetiyle uğurluyorlar.

The Devil In I ise klibiyle birlikte yayınlanan ikinci parçaydı. Nakarata kadar olan ara kısımlar daha sakin, nakarat da önceki şarkılara oranla daha yavaş olmasına rağmen daha ağır ve daha bir klasik Slipknot (yine sonlara doğru ivmenin pik noktasına çıktığı bölümleri görmezden gelmeyelim). Ayrıca Klibini hala izlememiş olan varsa oldukça rahatsız edici görselliği daha fazla kaçırmasınlar derim.

Killpop bizi yine başa götürüyor ve sakin bir havayla başlıyor. Albümün belki de en ilginç şarkısı olabilir. Biraz soluklanma, biraz da konuyu değiştirme çabaları var. Son 40 saniyeye kadar stabil devam eden parça, bu son 40 saniye içerisinde küçük bir gitar solosunu ve perküsyonistlerin olayı devralmasını da barındırıyor. Daha çok konserleri çok keyifli ve eğlenceli bir biçime sokan perküsyonlar, aynı zamanda bu şarkının temelini de oluşturmuşlar.

Skeptic ise favori parçam. Diğer parçalara oranla kökenine tamamen bağlı tam bir klasik Slipknot. Sözleri okuduğum zaman ilk düşündüğüm ve kendimi tamamen emin hissettiğim şey bu parçanın Paul Gray’e adandığı oldu. “He was the best of us”, “I won’t let you disappear, I will keep your soul alive” ve nakaratı oluşturan “But the world will never see another crazy motherfucker like you- The world will never know another man as amazing as you.” sözlerinin başka bir şeyi anlatabilme ihtimali yok denecek kadar az. 

Lech ise Corey Taylor’ın tek bir cümlesini bağıra bağıra söylemesi ile başlayıp tansiyonun sürekli yüksekte olduğu bir parça. Perküsyonların varlığı yine fazlasıyla dikkat çekici. Şarkı içerisindeki geçişler de fazlasıyla iyi. Tabii Skeptic temellerinin ve AOV’deki perküsyonların birleşimi gibi duruyor oluşu da grubun yapmış olduğu kombinasyonları ne kadar iyi seçtiğini de kanıtlıyor.

Goodbye ise ilk 2 dakika boyunca albümde olmasının sebeplerini düşünürken kulağımın sözlere odaklanmasıyla anlam kazanmış oldu. Olması gerekiyormuş. Ayrıca 2 dakikanın ardından umulmadık bir anda patlaması ve yine umulmadık bir biçimde bitmesi güzel bir etki yaratıyor.

Nomadic ise Pantera-vari bir riff ile giriyor ve neredeyse o anda Iowa dönemine götürüyor. Baştan sona bilindik riffler, vokal melodileri olmasına rağmen kombinasyonlarda yine yeni bir şeyler denenmiş. Özellikle nakarat kısmında dile dolanan ve ikinci favori olan parçanın solosu da oldukça yerinde olmuş. Eksik değil ama biraz daha uzun sololar dinleyebilmek çok güzel olabilirdi.

The One That Kills The Least de kısa süre sonra patlama yapabilecek kapasitede bir riff ile girmesine karşın baştan sona giriş tonunda ilerleyen bir parça. Bu parçada asıl dikkat çeken unsurlar ise gitarlar. Bir enstrümanı yazarak anlatabilmek çok zor fakat parçayı dinlediğiniz zaman gitarların diğer parçalardan farklı olarak neler yaptıkları daha net anlaşılıyor. Ayrıca uzun sayılabilecek bir soloyu barındırıyor.

Custer, Corey’in ağzıyla riffi çalmasıyla başlayıp gitarların da girmesiyle sağa sola saldırma isteğiyle dolduruyor. Parçanın patlama noktasından önce Corey’in konuşur gibi şarkıyı o noktaya getirmesi de enerjiyi biriktiriyor. “Cut cut cut me up, fuck fuck fuck me up” diyerek yanındakinin omuzlarını çürütme isteğiyle dolmayan olursa albümü sonrasında dinlemesin diyebilirim.Feyyaz: Ek olarak, bu parça The Negative One’ın kopyası diyebileceğimiz bir introya sahip-

Be Prepared For Hell, 1:58’lik süresiyle şarkılar arası mola kıvamında. Kasvetli melodisi ve gergin konuşmasıyla gelip, sonda deli gülüşüyle uzaklaşıyor. Intro şarkısı gibi.

The Negative One ise ilk yayınlanan parçaydı ve klibi de kısa kesitlerle albüm çıkmadan önce spoiler olarak kullanılmıştı. Şarkıyla birlikte klibi izlediğimiz zaman etkisini katladığını görüyoruz. Sid Wilson’ın müdahaleleriyle melodik olarak oldukça zenginleşmiş, yine nakaratıyla zihinlerde dolanabilecek bir parça. Klibi de The Devil In I kadar rahatsız edici. Bu sefer Testere ve Exorcist anımsatan sahnelerle süslenmiş.

If Rain Is What You Want 6:20’lik süresiyle albümün en uzun ve en son parçası. Bu albüme yakışan bir son olduğunu düşünüyorum. Geri kalan şarkılara paralel bir gürültü ile sonlandırmayıp sert gitarlara duygusal bir yaklaşımda bulunmuşlar. Sözler de bestenin izinde giden bir üzüntüyle oluşturulmuş. Enstrümantal olarak da fazlasıyla doyurucu. Yapısal olarak albümün iskeletinden uzak görünüyor olsa da kürdanlarda yapılmış bir maketi ayakta tutan parçalardan biri gibi hissettiriyor.

Slipknot, bünyesindeki büyük değişikliklere rağmen adına yakışır bir albüm yapmayı başarmış. Canlı performanslarında gözlemlediğim sıkıntıları da halledebilirlerse tahminimden çok daha iyi bir albüm turnesi yapabilirler. Bu civarlara da eninde sonunda uğrayacaklardır.

Türk Gitar Puanı: