Yılın Albümlerine Genel Bakış

0
94

2013 yılını geride bıraktığımız şu günlerde, sizce 2013 yılının en iyi albümü hangisi? anketinin sonuçlarına bakmadan önce, albümleri de kısaca bir değerlendirmekte fayda olacağı kanaatindeyim. Albümleri tek tek, derinlemesine incelemek biraz abartılı olacağından, en azından bu albümler ile ilgili bir kaç cümle edebiliriz diye düşünüyorum naçizane.

Arctic Monkeys – AM

Henüz 2002 yılında kurulmuş ve yaşları daha 30 bile olmamış bu 4 adamın aldığı yol ben dahil herkesi şaşırtıyordur muhtemelen. “Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not”  ile başlayan yolculuk, “Favourite Worst Nightmare” ile devam etti, ardından “Humbug” albümünü çıkardılar. Bundan iki sene önce de “Suck It And See” adlı albüm ile karşımıza çıktılar. Açıkçası ben, “Suck It And See” gibi bir albümden sonra onların eski havalarının kalmadığını, bazı şeyleri erken tükettiklerini düşünmeye başlamıştım. Zira albüm Arctic Monkeys’in önceki albümlerine kıyasla çok fazla ağır ve yavaş gelmişti ama dinledikçe albüm daha bir değer kazandı gözümde. İlk dinleyişte çözümlenemeyen, dinledikçe keyif veren bir albümdü “Suck It And See “, kıymetini sonradan anladık.

Uzun lafın kısası, her zaman çıtayı bir öncekinin üstüne çıkaran bu 4 tane genç adamdan daha iyi bir albüm beklemek de kaçınılmaz olmuştu, heyecanlanmıştık. “AM” albümü çıktığında ve müzik çalarımızda yerini aldığında ise yanılmadığımızı anladık. Şarkıları da tek tek incelemeyelim artık, onu da siz yapın. (Knee Socks favorimdir, yine dayanamadım bak) Dinleyin, dinletin efendim.

Dream Theater – Dream Theater

Herhalde Dream Theater’ı pek anlatmamıza gerek yok. Progressive Metal deyince aklınıza hangi grup geliyor desem, birkaç grup sayar, Dream Theater ismini de ilk sıraya koyarsınız muhtemelen. Ancak itiraf etmeliyim ki, bundan uzun yıllar önce “Image And Words“, “Awake”  v.b Dream Theater albümlerini dinlemeye başladığımda aldığım keyfi mumla arıyorum diyebilirim. Zira Dream Theater, özellikle “Black Clouds & Silver Linings” albümünden sonra Dream Theater olmaktan çıkıp, orta ölçekli bir müzik işletmesine dönüştü bana kalırsa. Sadece ürettiler ve bu ürettiklerini hissetmediler sanki. Elbette bu kişisel bir fikirdir ve doğruluğu tartışılır ama son çıkardıkları albümlerden bunu algılamak mümkün. Çünkü bu albümlerde eski Dream Theater coşkusundan ve gazından eser yok. Ee albüm yapmış olmak için albüm yapınca da, sonuç kötü oluyor.

Dream Theater’daki bu değişimde, bu sıradanlıkta, grupta yaşanan eleman değişikliklerinin de etkisi tartışılmaz ama yerine gelenlerin yetenekleri de tartışılamaz olduğundan, ben bunu bir mazeret olarak kabul edemiyorum açıkçası. Uzun lafın kısası bu albümü dinleseniz de olur dinlemeseniz de. İnsanda “oha! ne şarkı yapmış” adamlar gibi tepki oluşturacak bir tane şarkı yok. Nacizane önerim, bu albüm yerine eski Dream Theater albümlerini dinlemenizdir. Biraz sert bir eleştri olmuş olabilir ama bu benim suçum değil malesef. Geçmişte yaptıkları albümler bu kadar iyi olmasaydı, şimdi bunları söylüyor olmazdık.

Motörhead – Aftershock

Onlar için ne söylesek az. Yaşıtları pencere kenarında oturmuş, ağır ağır akıp giden hayatlarına, sokakta oynayan çocukların toplarını kesme fikriyle heyecan katmaya çalışırken, onlar hala albüm yapıyorlar. Ve 60’lı yaşlarda seyreden bu adamların albümünü dinlediğinizde, yaşınız kaç olursa olsun kendinizi 20 yaşında hissediyorsunuz. İstisnasız bütün albümlerinde bu hissiyatı verdi bu adamlar dinleyenlerine. Ger ne kadar “One More Fucking Time” ile benim gibi birçok kişiyi ağlatmış olsalar da, onlar hep bize keyif veren, bizi eğlendiren adamlardı aslında. İşlerini hep iyi yaptılar, çünkü yaptıkları işi seviyorlardı. Öyle görünüyor ki, hala da seviyorlar.

Fazla söze gerek yok. “Heartbreaker“, “Coup De Grace“, “Lost Woman Blues“, “End Of Time“, “Do You Believe“… Her şarkısı tadından yenmez, her şarkısı yüksek sesle dinlenebilecek, iyi bir yol arkadaşı olabilecek, evde tek başına headbang yaptırabilitesi yüksek bir albüm bu. Allah onları başımızdan eksik etmesin. Israrla dinleyiniz!

Black Sabbath – 13

Ağır abilerin 8 şarkılık deneysel çalışması. Bir şeyler karalamadan önce, korktuğumu itiraf etmeliyim. Annem ve babamın bile hala dinlediği, rock/metal müziğin en köklü gruplarından biri olan Black Sabbath ve ben. Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmaçka. Şunu söylemeliyim ki, bu albümü yeni kurulmuş, adı pek bilinmeyen bir grup çıkarsaydı, tüm dünyada yer yerinden oynardı. Zira albümün ilk single’ı “God Is Dead” bunu ispatlar nitelikte. 8:53’lük müzikal orgazm. Ayrıca albümün prodüktörünün Rick Rubin oluşu da dikkatlerden kaçmasın. Her ne kadar bazı çevrelerden olumsuz eleştriler alsa da, ben onun elinin değdiği işlerde başarısız olduğuna pek şahit olmadım. (istisnalar kaideyi bozmaz. bkz: Death Magnetic)

13 albümü, 2013’ü güzel kılan albümlerden biri bana kalırsa. Ayrıca “Dear Father” adlı şarkı da tadından yenmiyor. Afiyet olsun.

Bullet For My Valentine – Temper Temper

3 senelik bir sessizliğin ardından döndüler, hem de 15 şarkıyla. Her ne kadar ağır bir Bullet For My Valentine fanatiği olmasam da, şarkıları kulağıma çalındığında “kapat şunu ya!” diye bir tepki verdiğim de olmamıştır. Bazı gruplar böyledir. Özellikle takip etmez, özellikle açıp dinlemezsiniz ama dinlediğinizde de “iyiymiş bunlar ya!” gibi bir surat ifadesi oluşur yüzünüzde. Sıkmaz sizi, yormaz, kafanızı ütülemez. Bunu şöyle tarif etmeye çalışayım. Need for speed oyununu bilenler bilir. Need for speed ve benzeri oyunlarda arkada çalan şarkılar genelde “metalcore” tadındadır ve oyunu oynarken oyunla birlikte sizi iyice gaza getirir. Bullet For My Valentine’de de bu var biraz. İyilerdir ve özellikle sahne performansları da muazzamdır.

Albümden ilk dikkat çeken şarkı, herkesin ortak fikri olan “P.O.W” elbette ama albümü baştan sonra dinlediğinizde, en başta dediğim gibi sıkılmıyorsunuz ve eğleniyorsunuz. 2013’ün bir başka kazanımlarından biridir bu albüm. Tavsiye ederiz ailecek.

Eric Clapton – Old Sock

Naçizane, 13-14’lü yaşlardan beri gitarla haşır neşir olan biri olarak, bir şeyler söylemek çok zor bu albüm hakkında. Aslına bakarsanız Eric Clapton hakkında bir şeyler söylemek çok zor benim açımdan. Bu müziği dinlemeye ve gitar çalmaya başladığımdan beri “blues” dinlemek için ne kadar çabalasam da olmadı. Ne yaparsam yapayım, tıpkı bazı grupları/tarzları bir türlü sevememem gibi, blues’u da sevemedim. Zorladım, çabaladım ama olmadı. Ve her ne kadar Eric Clapton’un tarzı bana bir şeyler vermese de onun ismine olan saygımdan bu albüm için susma hakkımı kullanmak istiyorum.

Dinledim ama bir şey alamadım. Bir gitarist olarak, Eric Clapton yapmışsa güzeldir deyip geçmek düşer bize. Benim bir şey alamamış olmam albüm için bir kriter olamaz elbette. Keyfiniz bilir durumu hakim sanırım bu albümde.

Anthrax – Anthems

Thrash Metal deyince akla gelen ilk gruplardan biridir Anthrax. Ama bu, onların muhtemel can sıkıntısından “hadi stüdyoya girip cover albüm yapalım..!” demesine engel değil elbette. Albüm bir cover albümü olduğundan, hakkında bir şeyler karalamak yersiz olur bu minvalde. Ancak albümü yeni edinecek ya da alacak, daha önce dinlememiş arkadaşlar için cover şarkıların; Rush, Thin Lizzy, Ac/Dc, Boston, Cheap Trick, Journey gibi isimlere ait olduğunu da söylemek gerek. Hemen herkesin bildiği bu şarkıları, Anthrax gibi bir gruptan dinleyin bu seferlik, bir şey kaybetmezsiniz.

Deep Purple – Now What

Bazı şeylerin bitmesi gerekiyor, tadında kalmalı sanki bazı şeyler. Deep Purple gibi bir grup için bunları söylemek her ne kadar içimi acıtsa da, böyle bir albümden sonra da onların yaptığı bu albümün iyi olduğunu söylemek, onların geçmişlerine ve geçmişte yaptıkları işlere haksızlık olur kanaatindeyim. Evet Jorn Lord ve Richie Blackmore gibi, Deep Purple’ı Deep Purple yapan isimler yok ama yine de bu, onların bu kadar kötü bir albüm yapacağını aklımın ucuna bile getirmezdi.

Şahsen ben bu 19. Deep Purple albümünü hiç çıkmamış varsayıyorum. Albümü dinledin mi? Elbette dinledim ama üzülerek söylüyorum ki, dinlemez olaydım.

2013’ün müzikal anlamdaki en büyük hayal kırıklığıdır bu albüm. Deep Purple severler dinleyebilirler ama sonradan olacaklardan ben mesul değilim, ona göre…

Placebo – Loud Like Love

Albüm hakkında çok fazla olumsuz eleştri olmasına rağmen, bence kendini dinleten, keyif veren, sıkmayan bir albüm yapmış Placebo. Evet, diğer Placebo albümlerine kıyasla biraz sıradan ve üzerinde fazla kafa yorulmamış gibi görünüyor ama o kadar da olur diyoruz. Bir gruptan bütün albümlerinde çıtayı sürekli yukarıda tutmasını beklemek, o grubun yaptığı işe haksızlık sanki.

Bu albümü açın, baştan sona birkaç kez dönsün, ne demek istediğimi anlarsınız. Tuhaf bir tınısı var ve sevdiriyor kendini bana kalırsa. Ha, bir Placebo “best of” u yapsan bu albümden kaç şarkı alırsın diye sorsan, muhtemelen bir şarkı bile almam ama bu, albümdeki şarkıların çok kötü olduğu anlamına gelmiyor. 2013’ün dinlenebilitesi yüksek albümlerindendir. Elinizi korkak alıştırmayın. Basın “play” tuşuna, çalsın arkada.

Kings Of Leon – Mechanical Bull

Üç kardeş ve bir kuzenden oluşan, çekirdek ailenin müzikal izdüşümü. Gruplarının ismi bile ilk duyduğumda olumlu bir izlenim bırakmıştı bende. Kaldı ki kendilerini dinlediğimde de, bu olumlu izlenimin bir saygıya dönüşmesi fazla zaman almadı. 2003 yılında çıkan ilk albümleri “Youth & Young Manhood“un ardından, çıkardıkları her albümde bir öncekinin üzerine daha güzel şeyler koyarak, daha da güzel albümler çıkardı bu adamlar.

Hiç lafı eveleyip gevelemeye gerek yok. Naçizane fikrim, anketi yapılan albümler arasında tartışmasız en iyi olduğu yönündedir.Supersoaker“, “Rock City“, “Don’t Matter“, “Beautiful War“, “Temple“, “Wait For Me“, “Family Tree“, “Comeback Story“, “Tonight“, “Coming Back Again“, “On The Chin“, “Work On Me“, “Last Mile Home“… Hepsi birbirinden güzel, başucu eseri olabilecek kadar iyi, 13 tane şarkıdan oluşan bir albüm. Bu albümü dinleyip de beğenmeyen sağırdır, kusura bakmayın.

Alter Bridge – Fortress

Grubun “Fortress” adlı albümlerinden bahsetmeye başlamadan, daha önce çıkardıkları “One Day Remains“, “Blackbird” ve “AB III” albümleri aklıma geldi ve farkına vardım ki, bu adamların hakikaten “kötü” diyebileceğim bir tane bile şarkısı yok.

Bana kalırsa bu albümün en önemli özelliği, tipik Alter Bridge kalitesini yansıtmasının yanı sıra, aynı zamanda dur durak bilmemesi. Albümün 4. şarkısı “Lover” ve 11. şarkısı “All Ends Well”i bir kenara koyarsak, ilk şarkı “Cry of Achilles” ten itibaren sürekli yükselen bir atmosfer var ve albüme ismini veren 12. şarkı “Fortress” ile de zirvede bırakıyorlar zaten.

Kings Of Leon albümü Mechanical Bull için söylediklerimin aynısı geçerli. Hepsi birbirinden güzel, başucu olabilecek kadar iyi, 12 tane şarkıdan oluşan bir albüm. Bu albümü beğenmeyeni dövüyorlarmış, öyle duydum.

Korn – The Paradigm Shift

Beklentileri karşılayan bir Korn albümü. Yalnız albüm baştan sona dinlendiğinde ilk dikkati çeken şey, 11 şarkıdan oluşan albümün, ilk 7 şarkısı ile son 4 şarkısı arasında dağlar kadar fark olması. Açılış şarkısı “Prey For Me” ile birlikte başlayan sertlik sürekli yükseliyor ve 7. şarkı olan “never never” ile birden kesiliyor. Kalan 4 şarkıda ise, ilk 7 şarkıya oranla tuhaf bir dinginlik ve sakinlik mecvut. Şarkıların albüm içindeki sıralaması özellikle mi böyle yapılmış bilmiyorum ama sanki biraz tuhaf olmuş.

Sonuç olarak, şarkılar arasındaki bu farklılık albümün kötü olduğu anlamına gelmiyor. Sadece biraz şaşkınlık yaratıyor o kadar. Her ne kadar Korn ve Korn’un yaptığı tarz pek bana hitap etmese de keyifle dinlediğim bir albüm oldu bu albüm. Severek dinledik, daha da dinleriz.

Pearl Jam – Lightning Bolt

Benim için ergenliğin, bıyıkların yeni yeni terlediği başladığı sıralarda yaşanan platonik aşklara, “Black” adlı şarkının armağan edildiği yılların gizli öznesidir Pearl Jam. Çok özel ve ayrı bir yeri olduğu gibi, yaptıkları şarkılar kadar hatırlattıkları da özeldir. Bu yüzden “denizden babam çıksa yerim”, “Pearl Jam ne yapsa dinlerim” durumu hakimdir biraz. Onlar yeter ki albüm yapsın, biz dinleriz yani.

Herkes “Lightning Bolt”tan, yani albüme ismini veren şarkıdan bahsediyor ancak özellikle “Yellow Moon” adlı şarkının insanı alıp götüren, maziyle kucaklaştıran, sıcacık bir havası var. Albümün kapanış şarkısı olan “Future Days” ten de aynı tadı almak mümkün mesela. Keza albümün 4. şarkısı olan “Sirens” için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Zaten Pearl Jam’in en iyi yaptığı iş bu değil miydi yıllardır ? Sadece güzel şarkılar yapmakla kalmayıp, bu şarkıları dinlerken şarkının içinde kendimizden de bir şeyler bulabilmemizi sağlamayı başardılar yıllarca. Velhasıl, bu albümü de beğenmeyeni dövüyorlarmış, haberiniz olsun. Kızılcık sopasıyla hem de.

Megadeth – Super Collider

Thrash Metal’in uslanmaz çocuğu Dave Mustaine’nin, türlü badirelere rağmen bugünlere kadar taşıdığı ve tam gaz devam ettiği Megadeth ve onun Super Collider albümü. Albümle ilgili bir şeyler yazmadan önce, özellikle Marty Friedman’ın ayrılışından sonra, “onun eksikliği hissediliyor” eleştirileri ile ilgili bir şeyler söylemek, Chris Broderick’in Megadeth’e olan olumlu katkısından bahsetmemek olmaz. Her ne kadar, Megadeth’in bu zamana kadar ki çizgisini bozmamak adına o hayvani yeteneğini kullanmayıp kendisini frenlese de, şarkı sololarında ve düzenlemelerinde, tıpkı Marty Friedman zamanında olduğu gibi fark edilir düzeyde bir kalite mevcut. “Kendisini frenlediğini nereden çıkarıyorsun?” diyen arkadaşlar var ise, Youtube ve benzeri sitelerdeki kişisel performanslarına bir göz atsınlar derim. Ha benim gibi gitarla uzun yıllardır ilgileniyorsanız bakmayın, zira ister istemez insanın morali bozuluyor.

Gelelim albüme. Pearl Jam albümü ile ilgili ne hissediyorsam bu albüm için de aynı şeyler geçerli sanırım. Yani, “Megadeth albüm yaptı da biz mi dinlemedik” dersem yanlış olmaz. Ama “Kingmake“, “Super Collider“, özellikle “Off The Edge” ve arkasından gelen “Dance In The Rain” adlı şarkı tam da Megadeth’ten istenileni karşılıyor. Kısacası, Megadeth’e yakışır, Thrash Metal’in ruhunu yansıtan bir albümdür. 2014 yılına merdiven dayadığımız şu günlerde de bu adamlardan bir “Rust In Peace“, bir “Countdown To Extinction“, bir “Crypic Writings” performansı beklemek anlamsız olur. Zaten biz müzik severler olarak en büyük hatayı, bu tarz grupların albümleri arasında kıyaslamaya gitmekle yapıyoruz. Velhasıl herhangi bir kıyaslama yapmadan dinleyin, Dave Mustaine ile kalın.

Avenged Sevenfold – Hail To The King

Dinledikten sonra, “hele şükür! sonunda!” diye bir tepki verdiğim, Avenged Sevenfold’un amiane tabirle ergenlikten kurtulup olgunlaştığının müjdecisi olmuş, birkaç ufak detay dışında “budur işte!” dediğim albümdür Hail To The King.

Bu albüm ile ilgili eleştriler genel olarak, daha önceki Avenged Aevenfold albümlerine kıyasla çok fazla melodik olmayışı ve çeşitlilikten uzak oluşu gibi söylemler ancak unutulmamalı ki, daha önceki Avenged Sevenfold albümleri ile ilgili kendi söyledikleri de ortadayken bu albüme böyle bir eleştiri getirmek bana biraz basit ve çocukça geliyor malesef. “Biz ne yapmak istersek onu yapıyoruz.. Müzikal bir çizgimiz yok aslında!” diye üstüne basa basa her defasında söylüyorlardı. Yani aslında bundan önceki albümlerde müzikal bir kimlik oluşturmaktan ziyade biraz da eğleniyorlardı.

Peki bu albümde ne oldu? Olgunlaştılar ve muhtemelen albüm öncesi, belirli bir sound ve bir tarz oturtulması gerektiği kanısına vardılar. İyi ki de öyle yaptılar, zira üzerlerindeki bu “emo” yakıştırmasını da bu anlamda biraz olsun kaldırmış oldular. Albümdeki 10 şarkının 10’u da gayet leziz. Ve 10’unu da tek bir müzikal çerçeve içerisinde değerlendirmek mümkün. Artık buna Heavy Metal mi dersiniz, Hard Rock mı orasını bilemem. Ve bu albümden sonra gelecek Avenged Sevenfold albümü bundan daha iyi ve daha sağlam olacağına eminim. Dedi dersiniz. Albümdeki şarkılardan “Heretic“, “Acid Rain“, “This Means War” ve “Requiem” e dikkat..


Not: Okuyucularımız tarafından belirlenen 2013’ün En İyi Albümleri anketinin sonuçlarına göz atmak için buraya tıklayınız.