1.Gün
İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti unvanını almasıyla gelen bu süreç bize hayal edemeyeceğimiz bir müzik çeşitliliğini sunmakla birlikte “asla gelmez” dediğimiz müzik gruplarını izleme fırsatı sundu. Hem de çoğumuzun odasında başköşe ettiği poster kişiliklerini. Bu sürecin dönüm noktalarından biri şüphesiz 2012 Tuborg Goldfest olmuştu. Bu sefer aynı organizasyon ekibiyle daha mütevazi fakat hemen her türlü dinleyiciye hitap eden bir festival bizi bekliyordu. İçki isimlerinin sponsorluktan ihraç edildiği ve 18 yaş sınırına büyük titizlikle yaklaşılan bir ara dönem oldu. Genel olarak yaşadığımız mekan sıkıntısı yedek süper kahraman niteliğinde gözüken ve artık 2. evimiz haline gelen Küçükçiftlik Park’ta kendini buluyordu.
Festivalin ilk ayağının Cuma günü olması iş-ulaşım vb. sorunları yanında getirse de 2. günün kalabalığı bizi tüm bunları unutturmaya yetecekti. Öğrenci avlama mevsiminin, yani finallerin son günü olan bu gün hepimizin kahve stoklarını bitirip büyük fedakarlıklar yaptığı bir hafta için büyük bir motivasyon kaynağı ve vicdani rahatlama senfonisi olacaktı. Ona göre mental ve fiziksel hazırlığımızı yapsak da Yeni Zelanda’yla kapışacak bir hava durumu olan Beşiktaş sahilinin aynı gün içerisinde bizi hem ıslatacağı hem de terleteceği kimsenin aklına gelmezdi. Doruk güvenliğin başını çektiği sistem, bizi 3 aşamalı bir aramadan geçirdikten sonra pek de rahat olmayan bir çift bileklikle içeri aldı. Tam o sırada daha önce 2-3 defa dinleme fırsatı bulduğum Malt sahne alıyordu.
Bu tarz festivallerin vazgeçilmez öğlen gruplarından biri olduklarını sıkı takipçisi olmasanız bile muhakkak kulağınızın bir yerde takıldığı düşük ve temiz vokali, akılda kalıcı ve sade müziğiyle kanıtlamış oldular. Biz de bu arada gölge bir yere tünemiş biralarımızı yudumlamaya başlamıştık (-Feyyaz: Oohh…) . Hemen arkasından Mavi Sakal’ın eski üyelerinin de olduğu karma bir yapıyla 2007’de piyasaya çıkan Foma Tutunamayanları oynamamak adına elinden geleni yapıyor buna rağmen ülkenin genel durumunun içinde bayrak çekiyordu. Ama müziğe gönül vermiş böyle abilerimiz olmasa eminim çok daha kötü durumda olabilirdik. Havanın serinliği asfalta yapışmış olan bedenimizi bazen ve zagazuga parçalarıyla yerinden çıkartmıştı.
Kısa araların sohbetle çabuk tükendiği bir bölümden sonra sırada mazisi ortaokul yıllarıma dayanan 90’lardan beri işin içinde bulunup neo-alternatif rock konusunda 2004 yılında Cambaz’la patlama yapan Mor ve Ötesi vardı. Gerek duruşları gerek Harun’un sempatikliği ve gittikçe olgunlaşan müziğiyle bizi eski günlere götürmekle kalmayıp durgun ama içinde fırtınalar kopan bir seyirciye dönüştürdüler. Son albümlerine ismini veren parça Güneşi Beklerken’le hızlı bir giriş yaptılar. Bu performansın en dikkatimi çeken şeyi ise basçı Burak’ın büyük bir tutkuyla müziğe kendini katması ve gitaristin doğaçlama olduğunu tahmin ettiğim ek sololarıydı. Harun’un ise seneler geçmesine rağmen sesinde pek büyük bir kayıp olmadığını, oktavı ve duyguyu her zamanki gibi verdiğini söyleyebilirim.
Kaiser Chiefs’e geçmeden önce dikkatimi çeken ve mutlaka değinmek istediğim konu ise etkinlik kıtlığıydı. Sponsorların kendini ön plana çıkarmak için stand olarak yarıştığı ve sanal ortamın öneminin vurgulanmak istediği bir tablo vardı önümüzde. Sanırım bunu etkinliğin büyüklüğüne oranlayabiliriz. Çünkü Rock N’ Coke’la karşılaştırmak pek doğru olmaz. 🙂 Fazlasıyla çikolata yediğim o günün sonu benim gibi gastrit vb hastalıkları olanlar için sıkıntılı olucaktı. Kıt kanaat aldığımız biletlere oranla son 2 senedir fiyatların çok pahalı olması çoğumuz için cüzdan hafifleyene kadar bir sorun olmamıştı. Ama normal pet şişenin yarısı büyüklüğündeki suyun bazen 3 bazen 5’e satıldığını görünce sinirlenmemek elde değil. Bu sefer bu saydıklarıma rağmen ortalama ideale yakın bir fiyat listesi gördük. Sonuçta ne kadar paran varsa ona göre harcayacak ürün de muhakkak sistemin hediyesi olmuştur. Youtube’da hatırı sayılır bir kitlesi olan, gittikçe basamak tırmanan İngiliz modern punk rock grubu için geri sayım start almıştı. Arkada Dortmund renklerinden oluşan logolu bir bayrağı gördükten sonra Kaiser Chiefs için ayağa kalkma vaktinin geldiğini düşündüm ki daha ilk parçadan ne kadar haklı olduğumu gördüm.
Daha ilk parçanın hemen başında grubun vokalisti Ricky Wilson sahneden atlar atlamaz ilk önce seyircilerin arasına en sonda normal biletlilerin olduğu ses çadırının üstüne atletik ve komik bir şekilde çıkıyordu. 90’ların sınır tanımayan alternatif, grunge gruplarını andıran bu hareketiyle ortamın havasını yükseltip fazlasıyla eğlenmemizi sağladı. Arkadaşlarının yanına dönüp kendi deyimiyle birkaç gerçek Kaiser Chiefs parçası (Nevermiss A Beat, Bows and Arrows,I Predict A Riot) çaldıktan sonra Ruby parçasıyla sahnenin sağ direğinin en üstünde bizi tekrar selamlamış oluyordu. Misery Company ile hahaları çaktıktan sonra unutulmayacak bir bölümün daha sonuna geldik. Bu arada uzun zamandır bir solo duyduğum için heyecanlandım. Havanın iyice karardığı bu saatlerde Soundgarden’ı beklerken uzun kuyrukların arasında neler olduğunu bile anlamadık.
Çabuk yanıp çabuk sönen bir deniz feneri gibi 90’larda her kasetin, müzikle ilgili her istasyonun içine kirli tonu ve pas kokusuyla sinen grunge müziğin sinek ası Soundgarden vardı. Chris Cornell gibi karakteristik ve birçok projede yer alan bir sesi elbette İstanbul halkı dinlemek ister. Ancak sonradan farkettiğimiz gibi konserler sadece grubu görmekten ibaret değil aynı zamanda defalarca dinlediğin parçaları farklı ve etkili bir şekilde hissetme sanatıdır. Böyle bir durumu göz önüne alırsak her setlisti farklı olan Soundgarden’ın Encore bölümünü başa alarak ve gittikçe düşen vokaliyle bizi hayal kırıklığına uğrattığını söyleyebilirim. Sesin fazla gainli ve tok gelmesi ne kadar çok yakında bulunmasak da bize metrobüste dandik bir kulaklık tadı veriyordu. Grubun kendi isteği sonucu sadece Golden Circle’a mı çalışılıyor, yoksa ses çadırından mı kaynaklı bilemeyeceğim. “Manowar’un olduğu gün yaşananlar kimseye ders olmamış” dedim içimden. Bunun dışında uçak yolculuğu ve alışkın olmadıkları yağlı türk yemeklerinin etkisinden olsa gerek büyük bir durgunluk ve enerji eksikliği görülüyordu.
Pearl Jam’in MTV Unplugged performanslarında bile daha fazla hareket bulabilirsiniz. Hal böyle olunca Kaiser Chiefs’den sonra kalabalık yavaştan dağılmaya başladı. Biz ise yeterince hit parçasını dinlediğimizi düşünüp 10-15 dk kadar erken ayrıldık. Böylece uykusuzluğumuzu ve açlığımızı çıkıştaki geçici izdiham ve fırsatçı taksicilerle paylaşmamış olduk. Günün benim için değeri Kaiser Chiefs’in beklenenin üstünde performansı ve Mor ve Ötesi’nin beni eski günlere götürmesi oldu.
2.Gün
Festivalin en göze çarpan grubu olan Massive Attack’in içinde bulunduğu güne hoşgeldiniz. Önceki günün yorgunluğu geç yatmamız ve uzaklık nedeniyle Narda Afrika, The Away Days ve Ceylan Ertem’i izleme fırsatım olamadı. Bu yüzden sadece Youtube’dan iPhone çekimlerine bakıp yorum yapmam doğru değil ama en azından Massive Attack’çilerin tek günlük biletleri sayesinde daha dolu olduğunu söyleyebilirim.
Rebel Moves’tan hemen önceki araya yetişmiş olmakla bu sefer yüksüz ve sorunsuz bir başlangıç yapmış olduk. Cebimizde paramız azalmış ama farklı müzik dinleme hevesimiz azalmamıştı. Rebel Moves, tam da bu noktada bize yardımcı olacaktı. Büyük kafesin içinde sağlam gözüken bir sistemle bize doğu makam ve ezgilerin elektronik müzikle birleştiği sahil-disco karışımı duygular yaşattı. Yaşlarına rağmen enerjileri de gayet yerindeydi. Bu havayı biraz daha teknik ve indie ağırlıklı grup Wild Beasts takip etti. Birçok ton seçeneğini ve enstrüman çeşitliliğini içinde barından vokaller ve grup, alışkın olmadığım bu müziğe ısınmamı sağlayacak kadar kaliteliydi. Sevenleri içinse harika geçtiğini düşünüyorum.Pek net hatırlamadığım bu kısımlardan sonra Ceza’yı beklerken internette şişe üfleyerek çeşitli müzikler yapan The Bottle Boys’un konuk sanatçı olarak geldiğini farkettim. Akşam içtikleri biraları kutuya koyup sahneye çıkmanın verdiği komiklikle Gangnam Style gibi çok bilinen parçaların yanında Barış Manço’dan Arkadaşım Eşek ve Tarkan’dan Seni Gidi Fındık Kıran gibi parçalarda çalınınca büyük jest yaşamış olduk ve eğlenceye kaldığımız yerden devam ettik.
Ceza’ya gelmeden önce rock ve metal ağırlıklı bir dinleyici olarak kendisinin yanlış seçim olduğunu dinlemek zorunda olmaktan hoşnutsuzluğumu söylüyordum. Ama muhakkak birkaç parçasını bildiğimiz Ceza bize altyapıyı farklı ve etkili bir müzik grubuyla sundu. Özellikle gitarist ve davulcu birbirine zıt bu karışımdan pek etkilenmeden eğlenmelerine bakıyordu. Fark Var’dan Panorama Harem’e kadar birçok parça seslendiren Ceza, devlete attığı disslerle ve her fırsatta sevgisini dile getirerek tartışmasız Küçükçiftlik’in Cumartesi eğlence alışkanlığını sürdürmesini sağladı. Kısaca beklenenin üstündeydi. Taksim’in ve Kadıköy’ün az bilinen ama sağlam yeraltı mekanlarında kulağımıza çarpıcak müzikler yapan Trentemoller klavye ağırlıklı sağlam altyapılı bu müziğini bizle paylaşarak Massive Attack’e kadar dinlenmemizi sağladı.
Sırada kimileri için 2 günlük bu yorucu organizsyonun en önemli kısmı vardı. Sayısız hiti, politik ve gündemi takip eden duruşlarını üst düzey bir bilgi birikimiyle müziklerine empoze eden elektronik müzik tanrılarından Massive Attack vardı. Tarif edemediğimiz duygularımızı siluetleriyle ve bilinçaltı mesajlarıyla doldurdular. Favori parçalarım Teardrop ve Angel çalınınca canlısının gerçekten en iyi veya en kötü kulaklıkla dinlemekten epey ayrı bir haz kaynağı olduğunu anlamış oldum. Magazin programlarında yer alan ve medyamızın üstüne gül koklamadığı saçma sapan haberleri ekrana yansıttıklarında ilk önce şaşırmış, sonra gülmüş en sonda da tebrik etmiştik. Özellikle tostumu yedim bekliyorum yazısı beni kırıp geçirdi. 🙂 Gezi Park’ını unutmamaları ve ölen insanların isminin ekranda sırayla belirmesi “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganıyla daha bir anlamlı ve etkili hale geldi. Keşke her gelen müzik grubu böyle olsa diye düşünüyor insan. Ama bilinç her insana verilmeyen bir şey. Bu da ister istemez müziğe yansır.
Dün yaptığım yöntemle rahat yolculuk için 10 dk erken ayrılıp bu güzel festivali de geride bırakmış oluyoruz. 2012 ile kıyaslandığında ismi %100 olsa da anca %70’lere ulaşan bu festival artılarının yanında eksileriyle de bu hafta sonu da farklı müzik dinleyeyim demek isteyen orta sınıf entelektüel kesim için vazgeçilmez bir konserdi. Bir daha ki %100 Fest etkinliğinde daha geniş kapsamlı ve seçici davranılmasını bekliyorum. Hi-Voltage’da görüşmek üzere, kendinize iyi bakın. 🙂