1 Şubat günü sabahın köründe yollara düşüp biletini almıştım. Hem de geçen sene yine erkenden biletini aldığım, ama etkinlik günü iptal olmasıyla üzen Depeche Mode konserinden sonra, 41 numaralı bilet gelmişti bu sefer nazar değmesin diye. Albümlerini dinleyerek, hayalini kurarak aylar geçti bir şekilde, ve sonunda büyük buluşma gerçekleşti: Tarih 15 Temmuz 2014’tü, ve İstanbul ilk defa Neil Young ile buluştu.
Neil Young benim için dinlediğim ilk andan itibaren çok özel bir müzisyen olmuştu. D&R’da dolaşırken sanki “Güç” bana seslenmişti geçen sene: “Neil Young’ı al Can!” Adını duymuştum, hayal meyal bir şeyler canlandı kafamda, ama nasıl olduğunu hala anlamlandıramadığım bir şekilde radarıma henüz takılmadığı için daha önce dinlememişim. Greatest Hits albümlerine normalde pek sıcak bakmadığım halde içimdeki sese kulak verdim, alıp çıktım. O günden beri de CD çalarımda en çok dönen albüm o oldu, uzun süre hiç çıkartmadım. Öyle ki dinleyemeden çizim yapamaz hale geldim, hala da elime kalem aldığımda dinlemezsem içimde bir şeyler eksik kalır. Daha sonra Harvest’ı aldım, oradan da devam ettim artık sırayla albümlerini dinlemeye.
Aslında 2012’deki Red Hot Chili Peppers hayal kırıklığından sonra içimde bir şeyler değişmiş olacak ki aslında çok fazla heveslenmez olmuştum konserlere, ama bunun için bir istisna yaptım. Tam kendimi en çok kaptırdığım dönemde “Gelse şu adamı canlı dinlesem ne güzel olur ya” dediğim, ama pek de ihtimal vermediğim için konser haberini duyunca inanılmaz sevindim, hemen çıktığı sabah koştum bilet almaya. Şöyle de güzel bir poster yapmışlar bir de sağolsunlar, dayanamadım Beşiktaş’ta görünce, söküp eve getirdim valla, affetsinler.
Konserde ön grup olarak Büyük Ev Ablukada ve Midlake açıklanmıştı. Büyük Ev Ablukada hem pek ilgimi çekmedi, hem de erken sahne alacağı için Neil Young’a kadar beklemek istemedim, o yüzden izlemedim. Ben giriş yaptığım sırada Midlake sanıyorum ortalarındaydı performanslarının. Daha önce hiç dinlememiştim, aslında ön grup olacakları söylendiğinde bir “Nasıllarmış acaba?” diye merak edip dinleme planım vardı ama yoğunluktan kaynadı arada. İlk defa canlı dinleyen biri olarak baya hoşuma gitti tarzları, doğaçlama mıydı yoksa albümde de mi öyle bilmiyorum ama özellikle gitaristlerinin son şarkıda attığı sololar gerçekten güzeldi.
Bu arada konseri Sahne Önü 2 kategorisinden izledim. Aynı zamanda Küçükçiftlik Park’ta gittiğim ilk konserdi. Mekanı bilmediğim için hayal ettiğim kadar “sahne önü” değildi, ama beklediğim kadar geride de değildi. sonuçta demirlerde bir boşluk bulunca hemen yapıştım. Saat 21:30’u geçtikten sonra da sonunda Neil Young ve Crazy Horse sahnedeydi. Setlist şu şekildeydi:
- Love and Only Love
- Goin’ Home
- Days That Used to Be
- After the Gold Rush (Electric)
- Love to Burn
- Separate Ways
- Only Love Can Break Your Heart
- Blowin’ in the Wind (Bob Dylan cover)
- Heart of Gold (Solo Acoustic)
- Powderfinger
- Down by the River
- Rockin’ in the Free World
- Encore:
- Who’s Gonna Stand Up and Save the Earth
Turnede daha önceki konserlere bakarak tahmin ettiğim liste aşağı yukarı tuttu. Tutmadı dediğim, genelde diğer yerlerde 14-15 parça çalarken İstanbul’da sadece 13 parça çaldılar. Genelde çalınan Psychedelic Pill yoktu, Ragged Glory ve Zuma albümlerinden de diğerlerine göre daha fazla parça olduğunu görüyoruz, ki benim için gayet hoş bir durumdu bu.
Şimdi tam süre tutmadım göz ucuyla baktım bir, o yüzden yalan olmasın, ama ilk 4 şarkı neredeyse 50 dakikadan fazlaydı. Yani giriş, şarkılar, şarkılarda aralardaki sololar, şarkı aralarındaki sololar falan derken baya bir gitara doyduk. Asıl Sahne Önündekiler bu bölümde sıkıldılar gibi geldi, en azından benim gördüğüm kısımda Neil Young sahnede çalarken oralarda daha çok “Ooo baba naber ya görüşemiyoruz?” muhabbetleri dönüyordu. Bense o sıralarda aynı yandaki küçük kız gibi kendimden geçmiş, saçma bir gülümseme eşliğinde aşık aşık dinlemekle meşguldüm. Neyse ki After the Goldrush’tan, ve gitar tonuyla seyirciyi etkisi altına alan Separate Ways’den sonra insanların kendi aralarında konuşmaları bitti, artık onlar da Young etkisine kapılmışlardı.
Yukarıda da dediğim gibi, konser aktı gitti Seperate Ways’den sonra resmen, nasıl geçti anlamadım. Only Love Can Break Your Heart’dan sonra bir süre akustik gitarını, mızıkasını aldı Neil Young, öyle söyledi bize Blowin’ in the Wind ve Heart of Gold’u. Seyirci hepsine eşlik etti, atmosfer tavan yaptı. Powderfinger daha önceki konserlerden birinde çalınmamıştı, öyle olmasın diye dua etmiştim ki tuttu, daha sonra Down by the River’da yine sololara bıraktık kendimizi. Rockin’ in the Free World belki de konserin en güzel anıydı benim için, herkes coştu, hep bir ağızdan söylendi. Hem sonunda Billy Talbot’u biraz da olsun görebildik diye sevindim, ki kendisi konser başından sonuna kadar hep aynı yerde durdu, çokça Neil Young ve gitarist Frank Sampedro’nın arkasında kaldı hem müzikal hem de gerçek anlamda. Young ve Sampedro’nun uyumları da müthişti bu arada.
Who’s Gonna Stand Up and Save the Earth de yeni parçalarıydı, canlı debutu bu turnede yapıldı. Konserden önce temiz bir kaydını dinleyemediğim için hakkında bir fikrim yoktu ama süper olmuş bence. Hemen kaptırdım kendimi, ikinci nakarattan itibaren eşlik etmeye başladım. Bir şarkı daha çalarlar, hatta ayın 13’ünde Liverpool’da yaptıkları gibi Like a Hurricane çalarlar diye bekliyordum, ilk gelişleri bir kıyak geçerler hani diye ama olmadı. O biraz kaldı içimde, ki duydum bir kaç kişiden daha bunu. Bir de o tişörtler içimde kaldı, resmen Kadıköy’de 1 tane Neil Young tişörtü yoktu, kapıda dandik tişört satanlar bile yoktu ki olsa alırdım. Hemen koştum konserden sonra standa ama kredi kartı geçmiyormuş maalesef. Niye nakit çalışıyorlardı sadece, çok saçmaydı anlam veremedim.
Sonuçta o kadar güzeldi ki çoğu zaman tek yapabildiğim demirlere yaslanıp mutluluktan eriyerek aptal aptal gülümsemekti. Biraz anlatmaya çalıştım konser, ama yine de öyle bir mutluluk, öyle bir “mission accomplished” zevki yaşadım ki tam anlamıyla anlatacak kelimeler bulamadım. Ve aylardır bu konseri beklediğimden olsa gerek, inanılmaz bir mutlulukta “Ben bunun üstüne nasıl çıkarım şimdi?” duygusunu aynı anda yaşıyorum. Lise bittiğinden beri böyle güzel bir boşluğa düşmemiştim. Sanırım yapabileceğim tek şeyi de Neil Young söyledi zaten: “Keep On Rockin’ In The Free World!”
Not: Bu yazı Pek Bi Lifestyle tarafından yazılmış ve yazarın bilgisi dahilinde Türk Gitar’da yayınlanmıştır.