Albüm hakkında yazılabilecek, söylenebilecek birçok şey mevcut. King Diamond`ın aklından geçen enteresan olayları layıkıyla karanlık bir müziğe entegre ettiği bir heavy metal şaheseri olan Abigail albümü, birçok grubun yol göstericisi olmuş olmasının yanı sıra ‘Korku Metali’ adı altında bambaşka bir türün daha filizlenmesine neden olmuştur. Karşılıklı gitarlar ile süslenen ve synthler ile de iyice yaşatılan mistik hava eşliğinde Abigail, gerek hikayesiyle gerek müzisyenliğiyle korku dolu dakikalar ve müzikal hazların aynı anda yaşanacağı bir şaheser olarak varlığını bugüne dek sürdürüyor.
Kadro:
- King Diamond (Vokaller, Yapımcı)
- Andy LaRocque (Solo Gitar)
- Michael Denner (Solo Gitar, Yardımcı Yapımcı)
- Timi Hansen (Bas Gitar)
- Mikkey Dee (Davullar, Yardımcı Yapımcı)
Şarkı Listesi:
- Funeral (01.30)
- Arrival (05.26)
- A Mansion In Darkness (04.34)
- The Family Ghost (04.06)
- The 7th Day Of July 1777 (04.50)
- Omens (03.56)
- The Possession (03.26)
- Abigail (04.50)
- Black Horsemen (07.40)
BİRİNCİ BÖLÜM: 7 TEMMUZ 1777
Çeşitli düşüncelerin kol gezdiği 18. yüzyıl Avrupası’nda Kont de LaFey adında servet sahibi bir soylu yaşardı. Toplumsal normların kolaylıkla yıkıldığı bu dönemden Kont da nasibini alacaktı elbet. Servet sahibi Kont’un biricik eşi hamile kalmıştı. Fakat Kont, acı gerçeklerle yüzleşmekte geç kalmadı. Eşi, Kont’u aldatıyordu ve bu çocuk Kont’tan değildi.
‘’Piçin birisi benim bu servetime konamaz.’’ diye söyleniyordu Kont. ‘’Benim olan bu servet, benim kanımdan olan birisine kalacak.’’
Kont kafasında planlar kuruyordu. Çocuk doğmak üzereydi. 9 ay boyunca gösterdiği sevgi ve ilgi bu piç çocuk için mi olacaktı? Kont nasıl böyle kör olabilirdi ki? Bunu asla kendine yediremedi Kont. Düşünceler kafasını kemiriyordu. Gecenin karanlığında, malikanesinde otururken nihayet bu işin içinden nasıl çıkacağını bulmuştu.
Zavallı eşinin iki ilişkisi de hayal kırıklığıyla sonuçlanacaktı belli ki. Fakat Kont çok acımasızdı. Takıntılı, ilginç bir adamdı. Karısını cezalandırma yolunu seçmişti. Ve nihayet, 7 Temmuz 1777`de, karanlık bir gecede korkunç malikanesinin merdivenlerinden aşağıya karısını itiverdi. Böylece hem doğmakta olan piç çocuktan kurtulmuştu hem de karısına hak ettiğini düşündüğü cezayı vermişti. Zavallı kadının son sözleri kulak tırmalayıcı bir haykırıştan ibaret olmuştu:
‘’HAYIR!’’
07.07.1777… Bu tarih bir ölüm yıl dönümü olduğu gibi aynı zamanda bir doğum günüydü de. Karnı burnunda olan kadının ölü doğan kız çocuğunun doğum günüydü. Kont’un eşi boynunu kırarak can vermişti. Kont kadının bedenini yaktı. Daha sonra gözü bebeğe ilişti. Bebeğin ölü de olsa bir ismi olmalıydı. Ona doğru bakarak şöyle söyledi:
‘’Abigail! Sen utanç içinde uyumalısın. Utanç içinde uyu!’’
Kont daha önceden de söylediğimiz gibi takıntılı bir adamdı. Küçük bebeğin bedenini görünce aklına mumyalama fikri geldi. Bu fikre takıntılıydı ve küçük kızın ölü bedenini daha sonra bulabilmek için mumyalattı, küçük bir sandukanın içerisinde, malikanenin mahzenine sakladı.
İKİNCİ BÖLÜM: EVE VARIŞ
Elim olaydan seneler sonra Kont de LaFey`in vefat haberi malikanenin karanlığına karanlık katmıştı. 1845 yılında, korkunç olaydan 68 sene sonra yaşlı Kont nihayet huzura kavuşmuştu. Bu süre zarfında Kont’un kendi kanından da bir oğlu dünyaya gelmişti. Bu çocuğun ismi Jonathan LaFey oldu ve Kont’un bütün servetine sahip oldu.
Jonathan, babası Kont de LaFey’in haberini aldığında uzaklardaydı. 18 yaşındaki biricik karısı Miriam ile bir araba eşliğinde mirastan elde ettiği malikaneye doğru yola çıkmıştı. At arabası karanlık malikaneye yaklaştıkça gece giderek kararıyor, tüyler ürpertici bir ortam oluşuyordu. O sırada bir ses duyuldu:
‘’Bu o olmalı!’’
Tepeye çıkan bütün yolların birleştiği o patikada tüyler ürperten bir soğuk Jonathan ve Miriam’ı tir tir titretmişti. Karanlık git gide büyüyordu. Ve o anda at arabasının camından yedi kara atlı göründü. Miriam Natias ve Jonathan LaFey, zavallı genç aşıklar atlıların gözlerinde o gizemli büyüyü fark edebiliyorlardı.
Kimsenin tırmanmaya cesaret edemediği o karanlık patika, ilk defa genç çifti korkutmuştu işte. Peki şimdi ne yapacaklardı. Bu atlılar da neyin nesiydi? Panik içinde başlarına gelecekleri beklemeye başladılar. Zaten çok da kısa sürmeyecekti olacaklar. Geceyi bütün ihtişamıyla süsleyen, bir genç kızın kusurlarını kapatan iyi bir makyaj gibi bütün gökyüzünü örten, o kasvetli karanlığın içinden bir kara atlı en nihayetinde çıkageldi.
‘’Biliyoruz ki siz, sizin olanı almak için geldiniz. Bu malikane sizin hakkınızdır. Ancak uyarımıza kulak asın ve hemen geri dönün. Bizi eğer dinlemezseniz, 18, 9 olacak!’’
‘’18, 9 olacak!’’ sözleri sürekli kulaklarında yankılandı zavallı delikanlının. Jonathan güldü ve bütün karanlığıyla öne çıkmış olan kara atlıya bağırdı.
‘’Çekil yolumdan! Söylediğiniz hiçbir şeye inanmıyorum.’’
7 atlı karanlıklar içinde gizemli bir şekilde kayboldu. Gecenin gölgeleri yediği gibi bu anlamsız karanlıkta yavaş yavaş kaybolmuştu atlılar. Giderlerken de şu sözler yankılandı at arabası dışında hiçbir şeyin görülmediği karanlık patikada:
‘’Bir gün bizim yardımımıza muhtaç olacaksın sevgili dostum.’’
Zavallı Jonathan korkmuş görünüyordu. Aklının içinde ’18, 9 olacak’ sözleri yankılanıyordu. Fakat o, yolundan dönmemekte kararlıydı. O anda yağmur da bastırmaya başlamıştı.
Yağmura rağmen malikaneye doğru tırmanıyordu at arabası. Yolu görebilecekleri en ufak bir ışık bile yoktu. Burası nasıl onların evi olabilirdi ki? Ve en sonunda karanlık gecenin bütün endamıyla kapladığı yolun sonunda kocaman bir gölge gözlerine ilişti. Genç çiftin yuvası, kötülüğün içerisinde hapis kaldığı malikane… Kont de LaFey’in malikanesi…
Malikanenin kapısındaki gölgeler genç karı kocanın hemen dikkatini çekti. Bu gölgeler… O da nesi? Sanki canlı gibilerdi!
Genç çift her şeyi ardında bırakıp kaçmak yerine sanki bir görevi yerine getirmeleri gerekiyormuşçasına, geri adım atmadan tüm bu alametlere rağmen amaçlarını sürdürmek için yollarına devam ediyorlardı. Kara atlılara, patikanın uğursuz karanlığına ve adeta canlı gölgelere rağmen malikaneye adımlarını nihayet atmışlardı. İçeride her şey bırakıldığı gibiydi. Hiçbir şeye el değmemişti. Elbette farelerin kemirdiği eşyalar ve tozlu eşyalarda oluşmuş işaretler dışında. Mum ışığıyla kaplanmış kasvetli malikanenin içinde her oda adeta sarhoş idi. Her odanın sanki kendi benliği vardı. Ve sanki malikane nefes alıyordu. Yavaş yavaş, karanlıklar içerisinde durduğu tepede bütün canlılığı içerisine çekip dışarıya gölgeler saçıyordu. Mum ışıkları da yavaş yavaş solmaya başladı. Jonathan Miriam’a dönüp:
‘’Hadi uyuyalım.’’ dedi.
Şömineyi söndürdüler ve şafak sökmeden uykuya daldılar. Rüyalar bilinçaltlarını fareler gibi kemiriyordu adeta. Ve bu gölgeler hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Bunun huzursuzluğu ile canlıymış gibi gözüken gölgelerin hakim olduğu karanlığın hüküm sürdüğü bu malikanede uykuya daldılar. Ve gün doğdu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AİLE HAYALETİ
Geçmiş geceye nazaran güneş ışığının tüm parlaklığıyla ısıttığı malikanede hiçbir şey yaşanmamıştı. Genç Jonathan ve eşi Miriam bir miktar rahatlamışlardı. Fakat akıllarını yedi kara atlı ve söyledikleri karıştırıyordu işte. Onların o sihir dolu gözleri, bunun bir açıklaması olabilir miydi ki? Evdeki alametleri korkularından dolayı gördükleri halisünasyonlar ile açıklasalar bile karanlığın hüküm sürdüğü o geceyi ve karanlığın doğurduğu o yedi atlıyı akıllarından çıkaramıyorlardı bir türlü.
Gece olduğunda ise karanlık bu sefer evi çok daha baskın bir şekilde kaplamıştı. Duvarlardaki gölgeler daha da yaklaşıyordu genç çifte doğru. Genç çift tekrar uyumaya koyuldu. Miriam öylesine derin ve huzurlu uyuyordu ki onu hiçbir şey uyandıramazdı. Bütün bu karanlığa ve korku dolu alametlerin kol gezdiği malikanenin üzerinde yarattığı korkuya rağmen kafasına yastığa koyduğunda soluksuz bir uykuya dalmayı başarabilmişti. Fakat Jonathan için durum böylesine basit değildi. Kafasında binbir düşünce ve yüreğini kaplayan korkunun yanı sıra kulaklarına çalınan birkaç kelime:
‘’18, 9 olacak’’
Gece tüm karanlığıyla devam ederken oda bir anda adeta buz kesti. Bu durum zavallı Miriam’ı etkilemedi, huzurlu bir biçimde uykusuna devam etmeyi sürdürdü. Ancak Jonathan’ın yüzü buz kesmişti. Kireç gibi, bembeyaz olmuştu genç delikanlı. Kafasını şömineye çevirdi. O da ne? Şömine hala yanıyordu. Cayır cayır yanıyordu hem de. Peki bu soğuk da neyin nesiydi. O anda kör edici bir ışık patladı yatak odasında. O sırada aile hayaleti yeniden yükseldi.
‘’Korkma! Sakın korkma sevgili dostum! Ben, Kont de LaFey’im. İzin ver, seni Abigail’in yattığı mahzene götüreyim.’’
‘’Miriam’ın uyumasına izin ver! Asla anlayamaz zaten bu olanları. Hadi, götür beni bakalım. Her şeyi açığa kavuşturmanın zamanı nihayet geldi.’’
Aile hayaleti, nam-ı diğer Kont De LaFey ve biricik oğlu Jonathan, karanlık malikanede sessizce süzülüyorlardı. Nihayet merdivenlere kadar geldiler. Kont, oğluna döndü:
‘’Kaygan basamaklara dikkat et, kolaylıkla kayıp aşağıya düşebilirsin ve boynunu kırabilirsin.’’
Bu sözlerin ardından bütün malikaneyi kaplayan son derece şeytani ve kan dondurucu, zaten buz kesmiş ortamı iyice soğutan bir kahkaha fırlattı Kont. Yıllar önce kendisini aldatan eşine ve zavallı Abigail’e yaptıkları aklına gelmişti şüphesiz ki.
‘’Şu meşaleyi bana uzat da sana yolu göstereyim. Karanlığın içindeki sırrı çözmemize az kaldı.‘’ diye devam etti Kont.
Merdivenden güvenli bir biçimde aşağı inmeyi başardı genç Jonathan. Kont tekrar seslendi.
‘’Kasa, kasa! Kasaya bak. Kasanın içinde bir sanduka var, küçük bir çocuğun mezarı.’’
Jonathan’ın neler olduğuna dair hiçbir fikri yoktu fakat korkuyordu. Saf bir korku kaplıyordu genç delikanlının yüreğini. Küçük bir kızın mezarına bakıyordu bir yandan da. Başına bu kadar kısa sürede neler geldiğine inanamıyordu belki de. Miras için çıktığı yolun sonunda başına bu gelenlere inanamıyordu. Kaçıp gitmek istiyordu. Ancak artık bunu yapamayacağını kendisi de çok iyi biliyordu. Aile hayaleti tekrar sözü devraldı:
‘’Abigail, yıllardır burada yatıyor. Ölü doğmuş bedeniyle, yıllardır burada yatıyor.’’
Jonathan daha fazla cevap istiyordu. Kont söze devam etti:
‘’Abigail’in ruhu, senin karının bedenine gizlendi bile. Ve onun, onun kötülüğünün yeniden doğmasını engellemenin tek bir yolu var. Karının canını alman gerekecek.’’
Zavallı genç adam korkudan ne yapacağını şaşırıp kalmıştı. Hemen merdivenleri geri tırmandı. Etrafı kolaçan etti. O sırada birkaç şey fark etti. Dışarıdaki kilisede kimsenin olmadığını biliyordu. Bu malikane ıssızdı. Fakat kilisenin çanı çalıyordu. Hiçbir sebep olmamasına rağmen çiçekler soluyordu. Malikanenin içine girdiğinde ise hava katlanılmaz bir hale gelmişti. Yemek odasına girdi, enteresan bir biçimde masanın saat 3 için hazır olduğunu fark etti. En sonunda, gördüğü son şeyden sonra ise tamamen aklını kaçıracak gibi oldu. Avazı çıktığı kadar bağırdı Miriam’ı uyandırmak için. Zavallı kadını o ağır uykusundan uyandıracak kadar güçlü bir bağırtıydı bu.
‘’Miriam, bu gördüğümü sen de görüyor musun?’’
Yüzü bembeyazdı. Bir beşik, havada kendi kendisine sallanıyordu.
‘’Bunun hakkında bir bilgin var mı?’’
Zavallı kadın da korkmuştu. Ağlayarak haykırdı:
‘’Hayır! Hayır! Hayır!’’
Ölümcül alametler ile karşılaşmışlardı işte. Hemen odadan kaçıp yatak odalarına gittiler. Kapıyı kilitleyip yorganı üstlerine çektiler. Ve ertesi güne dek uyumaya çalıştılar.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: ELE GEÇİRME
Ertesi sabah genç çift bu korku dolu alametlerin kol gezdiği malikanede yeni bir güne daha merhaba dediler. Geceyi süsleyen sis, güneş tarafından adeta yenmişti. Fakat genç çift yataktan kalktıkları anda zavallı Jonathan bir çığlık patlattı. Öyle güçlü bir çığlıktı ki bütün malikanede yankılanmıştı. Karısı, biricik yoldaşı Miriam’ın karnı şişmişti. Ve her geçen saat daha da büyüyordu. Jonathan’ın aklından geçen düşünceler ise belliydi.
‘’18, 9 olacak’’’
Demek ki 9 buydu. Çaresizce geçen birkaç saatin ardından karısının karnı öylesine büyüdü ki genç adam gerçeğin farkına nihayet vardı. Karısının hamileliği geceyi geçmeyecekti. O sırada genç kadın bir ninni söylemeye başladı. Daha sonra Jonathan’a döndü:
‘’Ben senin bebeğini taşıyorum, aşkım.’’ dedi.
Fakat bu aşk değildi. Jonathan’ın aşkı olan Miriam hiç değildi. Miriam ele geçirilmişti. Abigail, Miriam’ın bedenini kontrol ediyordu. Ve Jonathan bunun farkındaydı. Abigail ürpertici bir sesle sözü aldı.
‘’Hep hakkım olanı nihayet alacağım!’’
İki farklı dille konuşan Miriam içten içe yeniyordu adeta. Abigail, genç kadının ruhunu yiyordu. Bir anda genç kadının ağzından şu kelimeleri tekrar etti Abigail:
‘’Ben senin bebeğini taşıyorum, aşkım.’’
‘’Abigail, Miriam’ı kontrol ettiğini ve konuşanın sen olduğunu biliyorum. Miriam, beni duyabiliyor musun? Cevap ver Miriam.’’
‘’Ben karının bedenindeyim ve nihayet canlıyım. Senin karın ölü, ben sadece onun kafasıyım.’’
O sırada şiddetli biçimde zavallı kadının yüz ifadesi değişmeye başladı. Saf bir kötülük akan yüz ifadesi ile çaresizliğine boyun eğmiş bir kadının yüz ifadesi sürekli değiştikten sonra nihayet çaresiz yüz ifadesi kısa bir süreliğine olsa da galip geldi.
‘’Oh Jonathan, benim, Miriam. Zamanımız doldu. Merdivenleri hatırla. Bu işi başladığı gibi bitir. Bu tek çözüm şansımız.’’
Kadın bu son sözlerinin ardından kendisini tamamen Abigail’e ve şeytani kötülüğüne teslim etti. Değişen yüz ifadesinden durumu kavrayan Jonathan Abigail’e seslendi.
‘’Abigail, vazgeçmekten başka hiçbir şansım yok.’’
‘’Beni mahzene kadar izle o zaman Jonathan.’’
‘’Çok haklısın, öldüğün yerde doğman gerekli.’’
‘’Haklısın Jonathan, katılıyorum.’’
Mahzene inen merdivenler kafasında canlandı Jonathan’ın. Geçtiğimiz gece aile hayaleti Kont de LaFey’in sözlerini anımsadı hemen. Kaygan merdivenlerin önünde karısı Miriam’ı aşağı itecekti ve Abigail doğmadan kötülüğün tekrar yükselmesini engelleyecekti. Merdivenlere giderken Abigail keyifli bir biçimde şu sözleri tekrarlıyordu.
‘’Ben karının içinde yaşıyorum, canlıyım ve yakında özgür olacağım.’’
BEŞİNCİ BÖLÜM: CENAZE
Karanlığın hüküm sürdüğü malikanede nihayet merdivenlere gelmişti Miriam’ın kontrolündeki Abigail ile Jonathan LaFey. Miriam arzusunu nihayet gerçekleştirecek olmanın verdiği sevinçle mutlu görünüyordu. Fakat aynılarını Jonathan için söyleyemezdik. Genç adam korkmuş bir vaziyette merdivenlerden aşağıya inmeye hazır durumdaki Miriam’ın yanındaydı.
Jonathan adımını atmamakta ısrar ediyordu. İlk adımı Miriam’dan bekledi. Aslında kolaylıkla bu durumda da genç kadını merdivenlerden aşağıya yuvarlayabilirdi fakat bunu bir türlü yapamıyordu. Tam o anda Jonathan karanlığın içerisinde parlayan bir yıldız gördü. Panik içinde arkasını döndü. Ve o oradaydı. Adeta bir hayalet gibiydi. Bir saniye bile düşünmeden zavallı genci merdivenlerden aşağıya itiverdi.
‘’Nihayet yalnızız Miriam. Abigail burada yaşamaya artık hazır.’’ dedi Abigail. Abigail’in doğumu yakında gerçekleşecekti ve şeytan ikinci defa uğrayacaktı bu dünyaya. Belki de dünyanın en karanlık gecesine evrilmişti zaman. Ay hiç mi hiç parlamıyordu. Daha önce yaşanan karanlık bunun yanında tapılası bir güneş gibiydi.
Bu kutsal gecede Miriam’ın ruhu acı içinde ağlıyordu. Aklına buraya geldikleri o yağmurlu gece geliyordu. Ve nihayet doğum gerçekleşmek üzereydi. Abigail yeniden bu dünyaya geliyordu işte. Doğum sancısı o kadar şiddetliydi ki zavallı Miriam kan kaybından ve pek tabii acıdan dolayı yaşayamamıştı. Abigail’in ele geçirdiği bedeni kocasının ve kendisinin gerçekleşmeyecek cenazesine ortam hazırlamıştı. Zavallı kadının son gördüğü şey, bir çift sarı göz idi. Temmuz ayında merdivenlerden çıkarken hala zavallı Miriam’ın çığlıklarını duyabilirsiniz burada.
Gerçekliğin ötesindeki bir boyuttan nal sesleri duyuldu malikane çevresinde. Öbür dünyadan yedi kara atlı gelmişti malikaneye şafak sökmeden önce. Bu yedi kara atlı, Kont de Lafey’in hizmetkarları idi ve Abigail ilk doğduğunda bu malikanedelerdi. Kont bir hayalete dönüşmüştü. Yedi kara atlı ise belli ki bu lanet ile lanetlenip kara atlılara dönüşerek iki dünya arasında gidip gelen hizmetkarlar olmuşlardı. Peki burada ne arıyorlardı?
Yedi kara atlı Abigail’i mumyalanmış bedeninin olduğu sandukanın başında buldular. Abigail mumyalanmış bedenini yiyordu. Yeni bir hayata başlamak için bu dünyada tek bir bedeni olmalıydı ve çare, eski bedenini yok etmekti. Abigail güçsüzdü. Kara atlılardan birisi seslendi:
‘’Onu alın ve ormandaki küçük kiliseye götürün. Şimdi seremoni zamanı. Tabutu, Abigail’i bekliyor.’’
Ve kara atlılar Abigail’i ona uygun bir cenaze için ormandaki kiliseye götürdüler. İçlerinden birisi sözü yine devraldı:
‘’Bugün burada Abigail LaFey’in cenazesi için toplandık. Kendisini aynı zamanda yedinci ayın yedinci gününde, 1777 yılında ilk ölü doğan olarak da biliyoruz. Abigail’ın tabutuna yedi gümüş çivi ile çakılmalı ve her bir kara atlı tek bir çivi çakmalı. İki kol, iki el ve iki dize birer çivi. Ve en sonunda da tek çivi, ağzı için. Böylece Abigail, bir daha asla yeniden dirilip kötülüğe sebep olamayacak. Hadi, ilk kim başlıyor?’’
Karanlıklar içinde bir kara atlı öne çıktı:
‘’Ben, O’Brian, kara atlı!’’
Ve Abigail böylece huzura kavuştu. Kont’un biricik oğlu ve gelini hayatlarını kaybetti. Bir ninni de sona ermiş oldu.