Metal müzik tarihinin en iyi çıkış yapan grupları arasında kabul ettiğim Volbeat`i ilk defa ortaokul çağımdayken dinlemiş; heavy metal, hard rock ve zaman zaman da southern metal hissiyatı taşıyan şarkıları kısa zaman içinde benimseyerek kendimi bir anda gangsterlerin kol gezdiği bir dünyada bulmuştum. Groovy riffleri ve karakteristik vokalleriyle Volbeat, müziğindeki özgürlüğü bana henüz ilk dinleyişimde hissettirmiş olan bir gruptu.
“Pool of Booze, Booze, Booza” ve “Soulweeper” gibi klasiklerle mutlu mesut geçinmeme rağmen ekstrem metal’e doğru kaymaya başlayan müzik tercihimden dolayı zamanla Volbeat ile arama tatsız bir mesafe girdi. Ancak eskisi kadar yoğun olmayacağının farkında olsam da, gruba olan ilgimi tamamen kaybetmemiştim. Volbeat’in eşi benzeri az görülür bir başarı grafiği çizip günümüzün en popüler müzik gruplarından bir tanesi olacağı ihtimali ise o zamanlar aklıma hiç gelmemişti. Çünkü hem Danimarka metal müzik – popülizm ilişkilerinde stabil konuma sahip bir ülkeydi, hem de bu coşkulu müziğin, agresifliğe geniş kitlerere hitap edemeyecek kadar yakın durduğuna inanıyordum. Fakat grup, çıkarttığı her albüm ile birlikte sound’undaki keskinlikten biraz daha uzaklaşınca hem çok büyüdü, hem de kimi dinleyicilere göre sıradanlaşmaya başlamasıyla geleceğini düşündürür hâle geldi. Peki bu durum son Volbeat albümünün dinlenilmeyecek kadar kötü olduğu anlamına mı geliyor? Pek sayılmaz.
“Seal the Deal & Let’s Boogie” kötü bir albüm değil çünkü öncelikle Michael Poulsen gibi tabiri caizse her dokunduğunu altına çeviren bir vokalistin emeğini barındırıyor. Zaman zaman James Hetfield’ı da anımsatan bu dokunaklı vokaller, Poulsen’in içinde bulunduğu ruh hâlini açığa vurma yeteneği sayesinde şarkılara bambaşka bir boyut kazandırıyor. Bugünlerde hissediyor olduğunuz hem üzüntülerin hem de mutlulukların tanımı, bir süreliğine albümdeki herhangi bir dize olarak aklınızda yer edinebilir. The Bliss’deki “Follow the bliss, just like a summer song…” ya da The Gates of Babylon’daki “Dear ancient god, reveal your home at the gates of babylon…” örneklerinde olduğu gibi.
Çarpıcı vokal kullanımının yanı sıra gerek şarkı ortalarında, gerekse sonlarında birdenbire beliren melodik gitar sololarına geniş yer verilmiş olması da Seal the Deal & Let’s Boogie’yi ortalama bir metal albümünden daha dinlenilebilir yapıyor. 13 parçadan oluşan ve yaklaşık 1 saat süren albümdeki neredeyse her bir parçada enerjik ve uzun süreli gitar soloların olduğu pasajlar bolca mevcut. Uzun seyahatleriniz için alternatif müzik grupları arayışı içinde iseniz, bugün şanslı gününüzdesiniz. Seal the Deal & Let’s Boogie tam anlamıyla bir yol albümü: coşkulu, akıcı ve biraz da basit.
Ve biraz da basit… Seal the Deal & Let’s Boogie’yi işte bu sebepten dolayı “sadece iyi bir albüm” olarak görüyorum. Çünkü albümün “doyurucu” bir 53 dakika sunduğuna ne kadar katılıyorsam, Volbeat kimliğini yansıtıyor olduğu düşüncesine de bir o kadar katılmıyorum. Yazının ilk paragrafında değinmiş olduğum Volbeat’in müziğindeki özgürlük duygusunu, piyasa olmaya aday şarkılar ile karşı karşıya olduğum için ne yazık ki Seal the Deal & Let’s Boogie’de hissedemedim. Şarkıların, dinleyicide pozitif duygular uyandırmayı başarabiliyor olmaları, Volbeat standartlarına göre çok ucuz oldukları gerçeğini değiştiremiyor.
Her şeye rağmen, ilk defa Volbeat dinleyecek bir kişiyi uzun süre meşgul edebilecek, dinlemiş olana ise keyifli anlar yaşatacak bir albüm “Seal the Deal & Let’s Boogie”. Başta “Goodbye Forever”, “The Bliss” ve “Seal The Deal” adlı şarkılar olmak üzere albüme zaman ayırmanızı mutlaka tavsiye ederim. Kim bilir, bir sonraki uzun yolculuğunuz için hazırlayacağınız playlist’te belki de bir Volbeat şarkısı da yer alır.